Biz Kimiz

Bismillahirrahmanirrahim. Bismişah Allah Allah. La ilahe illallah Muhammeden Resulullah. Aliyyen veliyullah, mürşidin Cemalullah hutbeyi devran duası Oniki İmam.

Gönül birliğine, can birliğine, gönülden diyelim; “Allah! Allah!” Muhammed Ali pirimiz, üstadımız Hünkâr Hacı Bektaşi Veli saklaya bekleye göre gözete. Ne edeyim neyleyim dedirtmeye. Hastalara şifalar, dertlilere devalar, borçlulara edalar, evlat isteyene hayırlı evlatlar, devlet isteyene hayırlı devletler nasip ederek; sahrada, denizde, dağda, top tüfek altında kalıp; “Ya Ali canımıza yetiş” diyenin canına yetişesin. Cümle ümmeti Muhammed’in, eşimizin, dostumuzun, talibimizin, muhibbimizin ağız tatlarını bozmaya. Daim bu günlere çıkmamızı erişmemizi nasip eyleye. Yolumuzu yolsuza, pirsize, uğursuza, arsıza uğratmaya. Bizi hak erenlerin darından, On iki imamın katarından ayırmaya. Seksen bin Anadolu Ereni, Doksan Bin Horasan Piri, yüz bin Gâ’ib Erenleri hayır himmetleri üzerimizde hazır ve nazır ola. Dil bizden, nefes pirden, duası bizden, kabulü yüce Allah’tan ola. Ali baş, Hızır da yoldaşımız ola. Gerçeğe Hü, Mümine ya Ali, ya Allah ya Muhammed.

Yazinin devami asagida…

Sevgili canlar cümlenize aşk-ı muhabbet ediyorum. Saygılarımı selamlarımı sunuyorum. Cenab-ı Hak bizleri birlikten ve dirlikten ayırmasın. Yoldan, erkândan, katardan ve didardan ayırmasın. Beraber bir muhabbet deminde, bir muhabbet zamanında yine birlikteyiz ve beraber muhabbet edeceğiz.

Ama sevgili canlar, muhabbet etmeden önce bazı hususlar var ki; onları sizinle paylaşmak istiyorum. Ben size birkaç tane soru soracağım. O soruların cevabını biz vermeyeceğiz. O soruların cevabını bu yolun pirleri, mürşitleri, aşıkları, sadıkları verecekler. Soruları biz soracağız; cevabı da onlar verecekler. Beraber can kulağımızla dinleyeceğiz. Çünkü sevgili canlar bizim muhabbetimiz ten kulağı ile dinlenir; cankulağı ile duyulur, ama cankulağı ile dinlenilmezse muhabbetin hakkı verilmez. Çünkü ten kulağı bazı sesleri duyar, bazısını duymaz. Ama cankulağı duyulması gerektiği şekilde duyar. O yüzden sevgili canlar, bizim muhabbetimizin ten kulağıyla değil cankulağı ile dinlenmesi gerekir. Can gözüyle bakılması, görülmesi gerektiği gibi cankulağıyla da dinlenmesi gerekir.

Aşk ile muhabbet yolunda yolumuza bir başlayalım. Bakalım kervanımız, katarımız bizi nereye götürecek. Şimdi sevgili canlar, milattan önce 400’lü 500’lü senelerde yani günümüzden aşağı yukarı 2500 yıl evvel yaşamış, Yunan bilginlerinden, daha doğrusu İyonya medeniyetinin bilginlerinden Epiktetos’un bütün insanlığa örnek olabilecek bir tavsiyesi, bir emri var. Epiktetos diyor ki; “Ey insan kendini bil! ” Demek ki insanın evvela kendisini bilmesi gerekir. Peki kendini bilmezsen ne olur? O sorunun cevabı Yunus Emre’de var.

Yunus der ki;

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir;

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktı. ”

Yani o ilim sana “seni” bildirmiyorsa; peki hangi “seni”,

Beni bende demen, bendedeğilem Bir ben vardır bende, benden içeri.

Şeriat, tarikat yoldur varana, Marifet hakikat andan içeru.

İşte benden içerideki o “beni” bilme. O ilimle bilinmez sevgili canlar. O ne ile bilinir biliyor musunuz; ilim ile beraber irfan ile bilinir. Ne olacak o zaman? O zaman biz şunu göreceğiz; “men arefe nefsehufekad arefe rabbehu”. Her kim ki önce nefsini bilir; ondan sonra ancak yaradan Rabbi’ni bilir. Kendisini bilmiyorsa eğer; o zaman Rabbi’ni bilmesi de imkânsızdır.

Ama bakın, “men alleme nefsehu” yani ilim cihetiyle bunu söylemiyor. “Men arefe” diyor irfan ciheti ile bunu söylüyor. Sevgili canlar muhabbetin burası, böyle dikkat çekici bir şekilde can kulağıyla dinlenmesi gerekir. O da şudur; irfanla Arif olarak ancak kendi varlığımızın farkına varabiliriz. İlim bu noktada tek başına bize yetmez. Buna bir de irfanı eklemek suretiyle ilim ile irfanı cem ederek, zahir ile batını cem ederek, madde ile manayı cem ederek, ten ile canı cem ederek ancak biz sırrı hakikate ulaşabiliriz. Sırrı hakikate ulaştığımızda da işte insan dediğimiz varlığın hem biyolojik bir varlık olması hem de Hakkın ruhunu üflediği bir varlık olması ancak bu şekilde farkına varabiliriz.

O zaman biz ne yapalım biliyor musunuz? Birinci soru şu olsun o zaman: Peki mademki insan evvel kendini bilmesi lazım ki ondan sonra Rabbini bilsin o zaman birinci soru şu: Peki biz kimiz? Biz kim olduğumuzu bileceğiz ki sevgili canlar ondan sonra da etrafımızdaki eşyanın hakikatini ancak o zaman öğrenebiliriz. Peki bizim kim olduğumuzu kim bilecek? Elbette ki bu yolun ve bu erkânın pirleri, mürşitleri, aşıkları, sadıkları bilecekler. Başka kim bilecek? Bir de onlara soralım o zaman. Evvela ilk sorumuz Ruhi Baba’ya olsun. Ruhi Baba’ya diyelim ki; Ruhi Babam biz kimiz? O da bize cevap veriyor, diyor ki:

Vahdet badesiyle mestiz ezelden.

Elest kadehinden tadanlardanız.

Nur alır gözümüz her bir güzelden… Arıyız bala bal katanlardanız.

Harabat mülkünün Sultanı olduk,

Melanet ufkunun tabanı olduk,

Öyle bir hayranı olduk didarın… Üryan eşiğinde yatanlardanız.

Hey ruhi aşk olsun bu irfanına,

Neşeler yağdıran Cem meydanına, Münkirin yobazın paslı canına, Kantarlı kütükler atanlardanız.

Biz kimiz biliyor musunuz? Biz vahdet badesiyle ezelden mest olup elest kadehinden tadanlardanız. Peki bu ne demek? Bunu nasıl anlayacağız? Önce Dertli’ye bir soru soralım, sonra ikisini beraber cem edelim. Öyle cevaplamaya çalışalım. Dertli’ye soralım, diyelim ki; biz kimiz? Dertli diyor:

Hitab-ı eleste bezmi ezelde.

Sadakatle ikrar verenlerdeniz.

Gönül gezdirmeyiz gayri güzelde. Biz Cemalullahı görenlerdeniz.

Bir kün emri ile halk oldu Dünya,

Bu kadar mevcudat bu kadar eşya…

Varlığın bahşettiği Cenabı Mevla. Adem’in şekline girenlerdeniz.

Bin türlü dert ile bezet Dertliyi.

Gerek kısalt gerek uzat Dertliyi.

Bab-ı velayette gözet Dertliyi.

Yabancı değiliz erenlerdeniz.

Ne diyor Dertli? Diyor ki; “Biz hitabı eleste, bezmi ezelde sadakatle ikrar verenlerdeniz.” Dertli, bize bir zaman ve bir mekândan bahsediyor. Zaman ne? Bezm-i Ezel. Peki bize hitap ne? Hitap da şu; Bize Cenabı Hakk “Elestü bi rabbiküm” yani “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunu soruyor ve biz de ona “bela” cevabını veriyoruz. “Evet” diyoruz “sen bizim Rabbimizsin”. İşte biz buna sevgili canlar “Bezm-i Ezel” diyoruz. Cenabı Hakk’ın sorduğu soruya da “Hitab-ı Elest” diyoruz.

Bize soru soruyor Cenab-ı Hak diyor ki; “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Biz de “evet” diyoruz “sen bizim Rabbimizsin.” İşte Dertli diyor ki; “hitabı eleste, bezmi ezelde sadakatle ikrar verenlerdeniz.” Demek ki sevgili canlar biz Cenabı Hakk’ın bize sorduğu soruya sadakatle ikrar vermişiz. Demişiz ki “evet sen bizim Rabbimizsin”. Bundan dolayı biz bu yolda ikrarımızı verdiğimiz için “Gönül gezdirmeyiz gayrı güzelde”. Dünya’nın güzellikleri, ahiretin güzellikleri, cennetin güzellikleri, köşkleri, sarayları, altlarından akan ırmakları, bal ırmakları, süt ırmakları, çeşit çeşit meyveleri, şunları bunları. “Biz gönül gezdirmeyiz gayrı güzelde” çünkü “Cemalullahı görenlerdeniz”. Demek ki sevgili canlar önce biz kim olduğumuzu bilmemiz lazım. Nasıl bir değere sahip olduğumuzu bilmemiz lazım. Nasıl bir ikrar vermişiz? Nerede ikrar vermişiz? Kime ikrar vermişiz? Bunu bilmemiz lazım. Bunu bilmezsek, burada bulunduğumuzun farkına varamayız. Buranın neresi olduğunu anlayamayız. Niçin buraya geldiğimizi anlayamayız. Burada ne yapacağımızı anlayamayız. Hiçbir şey anlayamayız. Öyleyse o zaman biz kimmişiz sevgili canlar? Biz, bezmi ezelde, Cenab-ı Hakka ondan gayrısına kulluk yapmayacağımıza dair söz vermişiz.

Pir Sultan Abdal pirimiz öyle söylüyor, diyor ki;

Viran bahçelerde bülbül öter mi?

Gönül eğlencesi gül olmayınca.

Merhemsiz yaraları unar biter mi?

Bir gerçek veliden el olmayınca.

Nefse uyan Hakka uymuş değildir.

Gaziler namazını kılmış değildir.

Bu gezen abdallar derviş değildir. Arkasında hırka şal olmayınca.

Demek ki biz Hakk’a ikrar vermişiz. Hakk’a uyacağız. Nefse uymayacağız ve biz o verdiğimiz ikrarın arkasında sadakatle duracağız.

Peki biz ne demişiz sevgili canlar onun cevabı da Şah Hatayi pirimizde. Diyor ki;

Sofu mezhebimin nesin sorarsın?

Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz.

Gözlüye gizli yol ya sen ne dersin. Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz.

Biz “Cenabı Ahmet Muhammed Mustafa ve onun kardeşi vekili ve veziri olan İmam Ali el Murtaza” demişiz. Biz bunlara ikrar vermişiz. Bunlara “beli” demişiz. Onların kurdukları yol ve Erkan’ın arkasında yürüyeceğimize söz vermişiz. AhduPeymanımızı -bu konuda bezmi eleste vermiş olduğumuz sözü şu Dünya’da bize verilen ömür sermayesi çerçevesinde elimizden geldiği kadar yapmaya çalışmışız. Pir Sultan Abdal Pirimizde Şah Hatayi’den daha sonra geldiği halde o da onun söylediği sözün aynısını söylemiş.

Ey yezit bizlerde kıl u kal olmaz.

Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz. Tarikat ehline mezhep sorulmaz.

Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz.

Eğnimize kırmızılar giyeriz.

Halimizce, her manadan duyarız.

İmam Caferi mezhebine uyarız.

Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz.

Şimdi sevgili canlar, demek ki bizim kim olduğumuz belli. Biz kimiz? Biz hitabı eleste Cenabı Hakk’ın bize sorduğu “ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna sadakatle ikrar verip “Bela” demişiz. Cenabı Hak bizi bu cihana göndermiş. Cenabı Muhammed Mustafa ve Aliyel Murtaza’ya ikrar vermişiz. Onlara biat etmişiz, onlara bağlanmışız, onları bir mürşit olarak kabul etmişiz, onların kurduğu yol ve erkânda yürümüşüz. Biz Muhammed Mustafa’dan Aliyel

Murtaza’dan gayrısını dememeye söz vermişiz. Demek ki biz buymuşuz.

Pir Sultan Abdal ve Hızır Paşa

Bismillahirrahmanirrahim. Bismişah Allah Allah.

Sevgili canlar cümlenize aşkı niyaz ediyor, aşkı muhabbetle sizleri selamlıyorum. Bir Muhabbet Deminde daha bir aradayız.  Gönül arzu ediyor ki bütün kâinat, bütün cihan muhabbetle dolsun taşsın ve biz bu muhabbet deryasında, bu muhabbet ummanında iliklerimize kadar ıslanalım da kin, nefret, öfke gibi nefsimize bize baskı yapan bu duyguların kalbimizde yer edinmesini engellemiş olalım. 

Günlerden bir gün Yıldızeli’nde, Banaz Yaylası’nda, Pir Sultan Dergahına Hafik/Sofular’dan bir talip gelir; talibin adı da Hızır’dır.  Dergâha gelip yola, erkana ve Pir’e ikrar verip yola ve erkana talip olmak arzusunda olduğunu söyler. Orası Hak kapısıdır, o dergâh Hak dergahıdır. Gelene git, gidene de kal denilmez. Elbette onun için içeriye davet edilir ve kendisine yolun ve erkanın esasları oradaki dervişler, çelebiler tarafından anlatılmaya çalışılır. Gel zaman git zaman Hızır çok çabuk öğrenmektedir, çok hırslıdır ve bu hırsı da ciddi derecede hissedilmektedir. Bu hırsı sayesinde, bu gayreti sayesinde belli bir mevkiye, belli bir mertebeye kadar çıkar dergâhta. Günlerden bir gün Pir’inin huzuruna gelip bir maruzatının, bir derdinin olduğunu ve bunu da arz etmek istediğini söyler; kabul edilir huzura. Pir’inin huzurunda durur, kendisine göre hürmetlerini ifade ettikten sonra der ki; “Pirim bana müsaade buyurun, bana destur verin, ben Dersaadet’e gideyim. İstanbul’a Asitane’ye gideyim; orada mektep medrese, Enderun’da ilim irfan öğreneyim. Ondan sonra oradan elde ettiğim mevki ile, makamla geleyim ve memleketime, halkıma, insanlarıma hizmet edeyim”, şeklinde niyazda bulunur. Pir odur ki; mürşit odur ki, talibinin kalbine baktığı zaman onun kalbindeki marazları görsün, hissetsin, anlasın ve o marazları tedaviye gayret etsin. Pir dediğin budur, gerçek bir veliyse eğer: Pir Sultan Abdal’ın kendi nefesinde ifade buyurduğu gibi: 

Viran bahçelerde bülbül öter mi 

Gönül eğlencesi gül olmayınca 

Merhemsiz yaralar biter mi 

Bir gerçek Veli’den el olmayınca 

Sizin bedeninizde bir rahatsızlık olsa, doktora gidersiniz. O size bir tiryak verir, bir macun verir, bir ilaç verir, bir deva verir. Siz onu kullanmak suretiyle bedeninizdeki o yaradan, o illetten, o dertten kurtulursunuz. Peki kalbinizde kin varsa, nefret varsa, hırs varsa, öfke varsa, tamah varsa, buna hangi ilacı bulacaksınız? Hangi tıp uzmanı sizin bu derdinize deva olacak? Elbette ki bir gerçek veliye gideceksiniz, bir ulu mürşidin destinden ve dameninden tutacaksınız ki; o da sizin manevi marazınıza, manevi illetinize ve dertlerinize çare bulsun. Ha bulmuyorsa ve bulamıyorsa o zaten sizin piriniz değil demektir; sizin gönlünüzün kapısının anahtarı başka pirde demektir. Hani hatırlayın Yunus Emre, Hacı Bektaş Dergahına gider de buğday ister. Pir de ona der ki:’’ Sana buğday yerine nefes vereyim’’. Yunus da o anlık düşünemez ve der: ‘’Köylü açtır, halkımız insanlarımız açtır, sen bize buğday ver’’ der. Israr eder ve buğdayı alır da ondan sonra yolun yarısında aklı başına gelir. Geriye döner: ‘’ Pirim ben hata ettim, bilemedim, sen bana nefes ver’’ deyince bir Hünkâr Hacı Bektaşi Veli de der ki: ‘’Senin gönlünün kapısının anahtarı artık Taptuk Emre’de, var git ondan al’’ der. O da o dergâhtan Taptuk’un dergahına gider.  

Taptuğun tapusunda 

Kul olduk kapısında 

Yunus miskin çiğ idik 

Piştik Elhamdülillah.

Ruhu dergâhta pişer, hamdım piştim yandım der. Hakkın aşkıyla yanar tutuşur ve etrafındaki insanları da aydınlatır.  

Pir Sultan Abdal bakar talibinin kalbine. Talibinin kalbinde hırs var, bir yönüyle haset var, bir yönüyle dünyanın makamına mansıbına meyletme var, bir yönüyle kanaatsizlik var. Tabii bunları hemen ilk etapta ifade etmez. Ama der ki:’’ Hızır sen bu dergâha geldin ve burada hizmet ediyorsun, halka hizmet ediyorsun. Biliyorsun ki halka hizmet Hakk’a hizmettir. Sen bu dergâhta hizmet et, burada elde edeceğin makam Enderun’da okuyup da elde edeceğin payeler ve makamlardan çok daha kıymetlidir. Oradaki makamlar sana dünyayı zenginleştirir. Burada elde edeceğin makamlar ise sana Ulu Divanda ahireti zenginleştirir’’ dediği halde Hızır’ın içinde hırs var ya, içinde bir yönüyle haset var ya: ‘’ Pirim haklısınız, elinizi ayağınızı öpeyim, bana müsaade edin, ben Dersaadet’e gideyim Asitane’ye gideyim, İstanbul’a gideyim, mektep medresede eğitim alayım ondan sonra makam mevkiim olsun, kalkayım geleyim, halkıma hizmet edeyim’’. Pir bakar ki Hızır’ın gittiği yol çok korkunç, çok tehlikeli, çok kötü bir yol, tabir yerindeyse son kurşununu atar. Pir Sultan Abdal der ki: ‘’Hızır ben korkarım ki sen İstanbul’a gidesin, sonra da gelip Pirini asasın’’. ‘’Haşa Pirim böyle bir şey söz konusu olabilir mi, öyle bir şeyin imkânı mümkünü var mı? Ben elinizi ayağınızı öpeyim, siz bana yolu Erkan’ı öğrettiniz. Ben gideceğim, bu makam mansıpları elde edeceğim, ta ki gelip size hizmet edebilmek için’’ deyince bakar ki Pir Sultan Abdal, illa da ısrar ediyor. Hatırlayın ki sevgili canlar burası, bu dergâh hak kapısıdır, gelene git gidene de kal denilmez. Pir Sultan Abdal da diyor ki: ‘’Madem böyle ısrar ediyorsun haydi git bakalım’’. Ve Hızır o dergâha geldiği gibi dergâhtan döner, arkasına bir daha bakmadan, hızlı hızlı adımlarla, koşar adımlarla dergâhtan uzaklaşır. Pir Sultan Abdal mahzun bir kalp ile mahzun bir gözde onu seyreder. Hızır da arkasına dahi bakmadan dergâhtan uzaklaşır. Uzaklaşmasına ama bakın Pir Sultan Abdal pirimiz o talibin dergâhtan uzaklaşmasını bize nasıl ifade eder: 

Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi 

Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi 

Yemeyenler kalır naçar 

Gözlerinden yaşlar saçar 

Bu bir Demdir gelir geçer 

Duyamazsın demedim mi 

Bu dervişlik bir dilektir 

Bilene büyük devlettir 

Zensiz yakasız gömlektir 

Giyemezsin demedim mi 

Çıkalım meydan yerine 

Varalım Ali sırrına 

Canı başı hak yoluna 

Veremezsin demedim mi 

Pir Sultan’ın Ali Şah’ımız 

Hakka ulaşır ahımız

On iki imam katarımız 

Uyamazsın demedim mi. 

Sevgili canlar, ikrar vermek mesele değil herkes ikrar veriyor. Mühim olan verdiği ikrarda sıtkı sadakatle durabilmektir. Bu yol öyle herkese nasip olmaz, bu yol her kişinin değil er kişinin hakkıdır. Bu yolu hak etmek lazım, ceht ve gayret etmek lazım. Hızır’da bu yoktu ve bu yol ona nasip olmayacaktı ve de nasip olmadı zaten. 

Gel zaman git zaman Hızır gitti, Enderun’da hırsının ve hasedinin de kendisine verdiği enerjiyle, Beylerbeyi sıfatıyla beylerbeyi ünvanıyla geldi. Sivas bölgesine koca bir vali oldu; sadece Sivas’a değil Tokat’ından Malatya’sına kadar o coğrafyanın beylerbeyi, eyalet valisi oldu. 

Günlerden bir gün Banaz Yaylası’nda Pir Sultan Dergâhına bir haberci gelir. Hızır Paşa’nın Pir Sultan’ı vali konağına davet ettiği haberini verir ve dergâhtan ayrılır. Pir Sultan Abdal da elbette ki ne yapacak, yanına dergâhtan iki tane it alır. (Bizim Anadoluda köpeklere it derler sevgili canlar ve onun kendinden bilir; yani onunla mahallesinde, sokağında, bahçesinde beraber yaşadığı, bildiği için it diye tabir eder). Bunların birisinin adı Karakadı diğerinin adı da Sarıkadı’dır. Bu iki tane iti yanına alır, yolculuğuna başlar Pir Sultan. Gel zaman git zaman, Sivas’a ulaşır, vali konağına varır. Gelir Hızır Paşa onu avluda karşılar, hürmet edecek ya hesapta. Onun için avluda karşılar, hemen hürmet eder: “Pirim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, ayağınızı bastığınız toprağı gözüme sürme diye çekeyim” böyle binbir türlü lafları söyler, elini öpmeye çalışır. Pir Sultan Abdal elini öptürmez. Hızır’ın bir aralık gözü bizim itlere takılır, derken hemen işaret eder: ‘’Şu itlere bol bol et getirin verin yesinler’’ der. Hemen koşup giderler, et getirirler önlerine atarlar. Böyle güzel, leziz, semiz etlere bizim itler hiç burnunu bile kıpırdatmazlar, hiç o tarafa doğru meyletmez, bakmazlar.  Hızır Paşa der ki “Pirim bu itlerin karnını iyice doyurmuşsunuz herhalde, bakın hiç şey yemiyorlar, ete meyletmiyorlar” deyince Pir Sultan ‘’ Yok, dergâhtan çıktım çıkalı hiçbir şey girmedi ağızlarına’’. “Baksana önlerine et tattık hiç demiyorlar” der Hızır Paşa.  Pir Sultan Abdal “Hızır Paşa, ne çabuk unuttun, bizim dergâhın itleri haram lokma yemezler”.  

Sevgili canlar biz öyle bir yolun talibiz ki itleri bile haram yemiyorlar; varın ötesini siz düşünün.  

Hızır tabii bundan biraz alınmasına alınır da bir şey diyemez. “Pirim sizi buraya kadar yordum zahmet verdik; bana çok baskı yapıyorlar Dersaadet ten, İstanbul’dan, Payitaht’tan. İçinde Şah kelimesi geçen deyişler söylüyormuşsunuz, siz bundan sonra içinde Şah kelimesi geçen deyişler söylemeyin, sizden istirhamım budur. Çünkü ben çok baskı altındayım” diye yakınır. Pir Sultan Abdal hiç karşılık vermez ve ayrılır konaktan, ayrılırken söyle der:

Kul olayım kalem tutan ellere 

Kâtip arzuhalim yaz Şaha böyle 

Şekerler ezeyim şirin dillere 

Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle

Sivas ellerinde sazım çalınır 

Çamlı beller bölük bölük bölünür 

Dosttan ayrılmışım bağrım delinir 

Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle. 

Tabii Hızır Paşa bunu da duyar haber gönderir bu sefer dergâha.  ‘’Prime hürmet ederim, ellerinden öperim (bin bir türlü yine böyle iltifatların bini bir para içinde) Şah kelimesi geçen deyiş söylemesin. Çünkü ben çok baskı altındayım zor durumdayım’’.  Bu haberi duyduğunda Pir Sultan Abdal bakın ne söyler: 

Karşıdan görünen ne güzel yayla 

Bir dem süremedim giderim böyle 

Ela gözlü Pirim sen himmet eyle 

Ben de bu yayladan Şah’a giderim 

Alınmış abdestim aldırırlarsa 

Kılınmış namazım kıldırırlarsa 

Sizde Şah diyeni öldürürlerse 

Bende bu yayladan Şah’a giderim.

Bunu söyleyince artık Hızır Paşa hesapta böyle kendi yalanından istemeye istemeye de olsa Pir Sultan Abdal’ı hapsettirir. Alır getirir zindana atar, zindana atınca hemen talipleri gelirler. Derler ki; ‘’Pirim biz bir savunma hazırlayalım.  Biz Haklıyız; yolumuzu, erkanımızı anlatıyoruz. Bizim kimseden söylediğimiz bir şey yok’’ deyince taliplerine ne der biliyor musunuz? Taliplere der ki sevgili canlar 

Bende bu dünyaya geldim sakinim 

Kalsın benim davam divana kalsın 

Muhammed Ali’dir benim vekilim 

Kalsın benim davam divana kalsın 

Yorulan yorulsun ben yorulmazam 

Derviş makamından ben ayrılmazam 

Dünya kadısından ben sorulmazam 

Kalsın benim davam divana kalsın.

‘’Dünya kadıları benim derdimi davamı bilmez. Ben Ulu Divanda, Mahkemeyi Kübra da hakimlerin hâkimi olan Hakka davamı sunacağım’’ der. 

 Hızır Paşa haber gönderir, özür dilerse kendisinin affedileceğini söyler. Aynısı İmam Hüseyin’e, O’nun Dedesine de söylemişlerdi. Biat ederse kendisini affederiz, bağışlarız. O nasıl elinin tersiyle itti ise, Pir Sultan Abdal da elinin tersiyle onu iter ve artık bu dünyadan göçüp gideceğini anlayacağı için şunu söyler sevgili canlar:  

Hızır Paşa bizi berdar etmeden 

Açılın kapılar Şah’a gidelim 

Siyaset günleri gelip yetmeden 

Açılın kapılar Şah’a gidelim 

Çıkarım bakarım kale başına 

Mümin müslümanlar gider işine 

Bir ben mi düşmüşüm can telaşına 

Açılın kapılar Şah’a gidelim 

Pir Sultan Abdalı alırlar. Rivayet odur ki önce vücudunun yarısına kadar toprağa gömerler ve her geçen buna bir taş atsın derler. Her geçen ona bir taş atar istemeye istemeye de olsa. En son onun musahibi Ali Baba gelir.  Ali Baba şöyle bir bakar musahibine, mahzun bir çehreyle, mahzun bir gözle. Ondan sonra bir tane gül atar, boynunu büker, başını eğer ve gider. Pir Sultan Abdal bakar musahibinin yaptığına. Ondan sonra da belki son deyişini, son nefesini söyler. Der ki:

Şu kanlı zalimin ettiği işler 

Garip bülbül gibi zar eder beni 

Yağmur gibi yağar başıma

Taşlar ile dostun fiskesi yaralar beni;

 O taşlar başıma yağar onların bana bir etkisi olmaz da illa o dostun, o musahibin, o yârin, o yârenin, o bir fiskesi var ya o işte o benim kalbimi yaralar. Ondan sonra da sitemini söyler:

 Dar günümde dost düşmanım belli oldu

 On derdim var idi şimdi elli oldu 

Ecel fermanı boynuma takıldı

 Gerek asa gerek vuralar beni

 Nasıl ki Hallacı Mansur şehit edildi, nasıl ki Seyyid Nesimi’nin derisi yüzüldü. E ne yapacağız o zaman yani yapacağımız şey. Bu yola, bu erkana ser vermek, ama sır vermemektir. Yapacak da bir şey yok bundan başka. Ondan sonra da der ki:

 Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz 

Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz

 Şu ellerin taşı hiç bana değmez

İlle dostun gülü yaralar beni.

 Der musahibine de bu sitemi yaptıktan sonra nasıl ki özünü dara çekerler ya, dar meydanında özünü dara çeker ve bu dünyadan göçüp gider sevgili canlar. Ama onun uyandırdığı çerağ, onun aydınlattığı çerağ, kıyamete kadar yanar ve yakılır. Bir de o çerağlar kalbimizi, gönlümüzü aydınlatır.

 Cenabı Hak pirlerin, mürşitlerin, aşıkların, sadıkların yollarından erkanlarından ayırmasın. Nuru nebi, Keremi Ali, Pirimiz Üstadımız Hünkar Hacı Bektaşi Veli. Evliya keremine gerçekler demine Hü!

Şeytan Bunun Neresinde

Bismillahirrahmanirrahim. Bismişah Allah Allah vakitler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola, müminler abad ola, münkir münafıklar berbat ola. Yolumuzu; yolsuza, pirsize, nursuza, uğursuza, arsıza uğratmaya. Bizi Hak Erenlerin dağından, didarından, on iki imamın katarından ayırmaya. Dil bizden, nefes pirden, duası bizden, kabulü yüce Allah’tan ola. Ali baş, Hızır da yoldaşımız ola.
Gerçeğe Hü!
Ya Allah Ya Muhammed Ya Ali.

Muhabbet Demi
Sevgili canlar cümlenize aşkı niyaz ediyorum. Sizleri muhabbetle selamlıyorum. Şükürler olsun ki bir kere daha Muhabbet Deminde, bir muhabbet meclisinde, bir araya geldik. Beraber muhabbet edeceğiz, gönülden gönüle köprü kuracağız inşallah. Bu muhabbetten alacağımız lezzet ile kalbimizde, gönlümüzde karanlık olan noktalar varsa, zulmet içerisinde kalan noktalar varsa, onlar aydınlanacak İnşallah. Beraber muhabbet edeceğiz ama bir kere daha hatırlatayım.

Sevgili canlar bizim muhabbetlerimiz yol ve erkana ait olduğundan bunların ten kulağıyla duyulup can kulağıyla dinlenmeleri gerekir.

Bizi İnciten Mesele
Sevgili canlar, biz gerek on iki hizmetli cemlerimizde gerek muhabbet meclislerimizde gerekse de böyle misafirler hanemizi şereflendirdiğinde, yolumuzu erkanımızı bize arı duru bir şekilde anlatan deyişlerimiz ve nefeslerimizi bağlama ile çalıp söylemeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadar. Cemde bu bağlamayı çalanlara Zakir veya Aşık dendiğini de zaten biliyorsunuz. Benim olduğu gibi sizin de kalbinizi muhtemelen yaralayan bir hususu sizlerle paylaşmayı düşünüyorum. Daha sonra da evvelki muhabbet demlerinde söylediğimiz gibi deyişlerimizi nefeslerimizi dilimizin döndüğü kadar elimizden geldiği kadar izah etmeye çalışacağız. Peki nedir kalbimizi gönlümüzü kıran? Her ne kadar incin sende incitme demişler ya biz yine de incitmeyeceğiz elimizden geldiği kadar. Ama gönlümüzün de kırıldığını da ifade etmek gerekir hakikat planında. Nedir o mesele?

Sevgili canlar Kadiri’sinden Rufai’sine, Cerrahisinden Nakşibendi’sine, Mevlevi’sine. Bunlar Cenabı Hakkı zikrederken genelde perşembeyi cumaya bağlayan gece bizim Cem Gecesinde onlar da bir araya geliyorlar ve kendilerine göre ilahilerini nefeslerini söylüyorlar. Söylerken de ’’bendir’’ dediğimiz ‘’def’’ dediğimiz müzik aletlerini kullanıyorlar. Bağlama bizimle nasıl özdeşleşmiş ise ney de Mevlevilerle özdeşleşmiş. Ney çalıyorlar, kudüm çalıyorlar, tambur çalıyorlar. Hatta eski çalgılardan rebap çalıyorlar. İlahiler söylenirken kanunda çaldıklarına şahit oluyoruz ve görüyoruz. Fakat bunu yaparken sevgili canlar bir ibadet neşvesi ile tasavvuf musikisi edası ile bir isimlendirme ile yapıyorlar ve hiç de bunda bir beis, bir sıkıntı görmüyorlar. Ama biz bu bağlamayı elimize aldığımızda her ne hikmetse sihir bozuluyor. Bizim haricimizde hakkı zikrettiğini iddia eden insanlar çeşitli enstrümanlar kullanıyorlar ve o enstrümanları kullanırken de başka tarikatlar başka insanlar tarikattan olmayan insanlar “Siz niye bu defi çalıyorsunuz”, “Siz niye bu Kudümü çalıyorsunuz”, “Siz niye bu kanunu çalıyorsunuz”, “Siz niye bu neyi üflüyorsunuz” şeklinde onları hiç eleştirmiyorlar. Ney üfleniyor ama mesele bize gelince kıyamet kopuyor. “Siz nasıl yaparsınız bunu” diyorlar. “Bu bağlamayı nasıl alıyorsunuz, çalıyorsunuz” diyorlar. “Bunun dinde yeri var mı?” diyorlar. Bu din nasıl bir dinse! Yani onların söyledikleri şey nasıl bir şeyse bu dinin içerisinden neyi var, kudüm var, tambur var ama bağlama yok! Tövbe bağlama yok, bağlama günah. Geriye kalan enstrümanlar günah değil. Yarın öbür gün birisi yan flütle çalsa, birisi gitarla çalsa, birisi viyolonselle çalsa bir şey demezler. Samimi söylüyorum ama biz çalınca her ne hikmetse bu iş çığırından çıkıyor.

Sevgili canlar kalkıyorlar diyorlar ki o sureta insan diye zannettiğimiz o insanlar bu şeytan işi bunu yapamazsınız bunu çalamazsınız. Halbuki sevgili canlar biz diyoruz, ki;

Niyaz ehlindeniz zannetme Zahit
Meşhuru cihandır nazımız bizim
Sözümüz mutlaka Canan’a ait
Enel Hak çağırır sazımız bizim

Biz bu bağlamayı elimize alıp çaldığımızda söylediğimiz deyişlerimizde nefeslerimizde ya Tevhit çalıyoruz, ya Miraçlama çalıyoruz, Nübüvvet Peygamberlik diyoruz ya Velayet Mülkünün Sultanına methüsenada bulunuyoruz dilimizin döndüğü kadar. Ehlibeyti, Resulullah’ı anlatıyoruz. Pirleri, mürşitleri anlatıyoruz, onların söyledikleri deyişleri, nefesleri söylüyoruz. Biz buna Telli Kur’an deyince kıyamet kopuyor. Neden kıyamet kopuyor ki acaba? Çünkü biz bu bağlamayı elimize alıp söylediğimizde sevgili canlar çaldığımız da Kur’an’dan bir ayet, Cenabı Peygamber’den bir Hadisi Şerif, evliyadan hak dostlarından güzel kelamlar söylüyoruz. Bu yüzden bunu böyle söylüyoruz. Mesela Kaygusuz Abdal ne söylüyor? Kaygusuz Abdal diyor ki;

Evliyalar gelen kelâm okunan değil mi?
Gerçek evliyanın sözü Süreyi Rahman değil mi? diyor.

Eğer hak dostuysa, hak dostu ne söyleyecek sevgili canlar elbette ki Hakkı söyleyecek, biz de bağlamayı elimize aldığımızda Zâkir ne yapıyor? Hakkı zikrediyor, O’nun Peygamberini zikrediyor, O’nun Peygamberinin Ehlibeytini zikrediyor. Başka da yaptığı bir şey yok. Ama bizi bilmeyenler bizi anlamayanlar ve bizi anlamak istemeyenler maalesef bizi bu şekilde itham ediyorlar. Kalbimiz kırılıyor, gönlümüz kırılıyor, inciniyoruz ama incitmemeye çalışıyoruz. Dediğim gibi ne diyebiliriz ki sadece sureta insan diyoruz. E ne yapalım bizde Dertli ile cevap verelim bakalım.

Şeytan Nerede?
Bağlama dediğimiz genelde saz olarak söyleniyor. Ama bunun adı bağlama hatta kısa sap bağlamada Çörüm diyoruz sevgili canlar. Biz deyişlerimizi, nefeslerimizi, duazimamlarımızı, semahlarımızı, mersiyelerimizi söylerken bunu bağlamamızı kullanmak suretiyle bir enstrüman kullanarak söylüyoruz. Ama bizi bilmeyen, bizi tanımayan, bizi anlamayan ve bizi anlamak istemeyen sureta insan görünen varlıklar diyorlar ki; ‘’Bu şeytan işi’’. Şimdi biz de ya adamlar belki doğru söylüyorlardır düşüncesiyle şimdi hep beraber Dertli ile beraber burada şeytan arayalım bakalım bulabilecek miyiz? Bulursak aşk olsun. Bulamazsak göreceğiz bakalım. Dertli diyor ki;

Telli sazdır bunun adı
Ne müftü dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi.
Şeytan bunun neresinde?

Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde?

Venedik’ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde?

İçinde mi, dışında mı?
Burgusunun başında mı?
Göğsünün nakşında mı?
Şeytan bunun neresinde

Dut ağacından teknesi
Eşikten bağlı perdesi
Behey insanın teresi
Şeytan bunun neresinde?

Dertli gibi sarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok, kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde?

Bakın; içine, dışına, altına, üstüne bir şey bulamazsınız. Ha şeytan nerede biliyor musunuz sevgili canlar? Şeytan sureta insan görünen o varlıkların vicdanında, şeytan orada. Orda, burada, dağda, tepede aramalarına gerek yok. Uzakta aramalarına gerek yok. Kendi vicdanlarına dönsünler baksınlar şeytanın nerede olduğunu bulurlar. Bizim bağlamamızda şeytanın falan işi yok, boşuna aramasınlar. Beyhude aramış olurlar.

Bu kadar söylemek de bize artık reva görülsün. Biz dilimizin döndüğü kadar, elimizden geldiği kadar sevgili canlar bağlamamızı çalacağız. Bununla Hakkı zikredeceğiz, Cenabı Peygamber Muhammed Mustafa’yı zikredeceğiz, İmam Ali el Murtaza’yı zikredeceğiz, Ehlibeyti, Resulullah’ı zikredeceğiz. Hakkı, hakikati zikredeceğiz. Gerçekleri zikredeceğiz. Ha bizi anlamak istemeyenler de onlarda dinlemesinler o zaman. Onlar da başka şey dinlesinler, biz de elimizden geldiği kadar deyişlerimizi, nefeslerimizi izah etmeye çalışacağız. Ta ki o kıssadan bir hisse alalım, bir ibret bir ders alalım.

Sevgili canlar cümlenizi aşkı muhabbetle tekrardan selamlıyorum.
Hak saklasın, Hızır da beklesin. Bir dahaki muhabbet ceminde bizleri bir araya getirsin. Birliğimizi, dirliğimizi kaim eylesin, bizi haktan hakikatten ayırmasın; yoldan, erkandan, katardan, didardan ayırmasın inşallah. Nuru Nebi, keremi Ali, Pirimiz Üstadımız Hünkar Hacı Bektaşi Veli, evliya keremine, gerçekler demine, gönüller birliğine Allah Eyvallah.